ERMENİ SOYKIRIMI İDDİASINA KARŞI ÇAĞRIMIZ
Günümüzde sahnelenen bu soykırım iddiasına karşı İstanbul İlim ve Kültür Vakfı olarak ülkemizin vatandaşlarını ve milletimizi ve İslam alemini sinsi bir oyunun farkında olmaya çağırıyor ve dünya sahnesinde birlik içinde davranmaya davet ediyoruz.
Yirminci yüzyılın başında İslam aleminin hamisi, rehberi ve imamesi konumundaki Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve Müslüman milletleri sahipsiz bırakarak sömürgeleştirmek isteyen müstevli ve emperyal devletler içimize attıkları unsuriyet ve kavmiyetçilik fikrinin ve bin türlü siyasi hilelerin sonucunda Osmanlı tebaalarını sözde bağımsızlığa yönlendirmişler ve Osmanlı’dan koparak büyük devletlerin mandasına giren birçok kukla devletçikler kurdurmuşlar. Bu devletler Osmanlı memleketinin her tarafına dağılmış durumda olan ve Müslümanlarla asırlardır iyi komşu olan Ermenileri de çeşitli hile ve propagandalarla aynı oyuna et edince sonuç hem Ermeniler hem de Omanlı tebaası Müslümanlar için tam bir felaket olmuştur.
Ermeniler asırlardır itaatkâr oldukları ve iktisadî, sınayî ve idarî kademelerde önemli yer tuttukları Osmanlı devletine karşı İngiltere, Rusya, Amerika ve Fransa’nın kışkırtmasıyla ayrılık ve bağımsızlık hülyasına kapılıp silahlanmışlar, çeteler kurmuşlar ve ülkemizin her tarafında ve bilhassa doğusunda Müslüman ahaliye karşı zulüm ve katliama girişerek onları bölgeden kaçırmaya ve Müslümanlardan boşaltmaya girişmişler.
Birinci Cihan Harbinin başlamasından sonra devlet, iç emniyeti sağlamak ve memleketin iç savaşa sürüklenmesini önlemek için Ermeni nüfusu ülkenin güneyine tehcir ettirmiş. Bu harekât zor şartlarda ve imkansızlıklar içinde en az zararla ifa edilmeye çalışılsa da netice de isyanlar, çatışmalar, Ermeni çetecilerin saldırıları, eşkıyanın tasallutu, açlık, hastalıklar, emniyet tedbirlerinin yetersizliği ve benzeri sebeplerle yüzbinlerce Müslüman ve Ermeni nüfus ölmüş ve karşılıklı çok büyük acılar yaşanmıştı.
O şartlarda asıl amaçlarına ulaşmak için Ermenileri kışkırtan ve Osmanlıyı parçalayıp emellerine kavuştuktan sonra onları yüzüstü bırakan müstevli devletler gibi, günümüzde de başta Amerika ve Fransa olmak üzere ve onların güdümündeki Batılı devletler sömürgeci geçmişlerine bakmadan ve bugün bile dünya milletlerine karşı işledikleri sömürü, katliam ve soykırımları düşünmeden ve en ufak utanç duymadan Osmanlı’yı soykırımla suçlamakta ve Türkiye Cumhuriyetini dünya siyasetinde zorda bırakıp zayıf düşürmeye çalışmaktadır.
Tamamen siyasî maksatlarla ve hukukî dayanaktan yoksun bir şekilde ve tarihi gerçeklere aykırı bir biçimde Osmanlı Devleti’nin tebaası olan Ermenilere karşı sözde soykırım iddiası ve çarpıtması, sömürgecilik geleneğine sahip ve her zaman kuvveti haklı gören Batı Zihniyetinin tarihî emellerinin günümüze yansımasından başka bir şey değildir ve zalimce bir başka oyunudur.
Türkiye Cumhuriyeti’ne ve vatandaşlarına düşen vazife, bu soykırım iddiası ve çarpıtması karşısında oynanan oyunun farkında olmak ve asıl maksadın birlik ve beraberliğimizi zayıflatarak tarih sahnesinde ecdadımızın şerefle ve iftiharla ifa ettiği İslam’ın bayraktarlığı vazifesini sahipsiz bırakmaktır.
Bu uğursuz oyunu bozmanın en tesirli çaresi de Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin önemle vurguladığı gibi, İttihad-ı İslamı sağlamaktır. Hakkı tutup kaldıran ellerin kenetlenip güçlü olmasıyla bu oyun dünya sahnesinde bozulacak ve insanlığın sulh ve emniyeti temin edilecektir inşallah.
Günümüzde sahnelenen bu soykırım oyununa karşı ülkemizin vatandaşlarını ve milletimizi ve İslam alemini oyunun farkında olmaya çağırıyor ve memleket içinde ve dünya sahnesinde birlik içinde davranmaya davet ediyoruz.
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı
ERMENİ MESELESİNE BAKIŞTA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN HAYATINDAN BAZI KESİTLER
O muhârebeler esnâsında, Ermeni fedâileri bazı yerlerde çoluk-çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: “Bunlara ilişmeyiniz!” diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk-çocuğunu serbest bıraktı; onlar da Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedâi komitelerin reisleri Müslüman çoluk-çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, “Mâdem Molla Said bizim çoluk-çocuklarımızı kesmedi, bize teslîm etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz” diye ahdettiler. Molla Said, bu sûretle o havâlideki binlerle masûmların felâketten kurtulmasını te'min etmiş oldu.
Bir müddet sonra Ruslar, Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Vâlisi Memdûh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman’a:
— Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz, dediler.
Bediüzzaman onlara:
— Etraftan kaçıp gelen ahâlinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört-beş gün mukâvemete mecburuz, demesi üzerine onlar:
— Muş’un sukùt etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukàbele ederiz ve ahâli de kurtulur, dediler.
Bediüzzaman:
— Öyle ise, ben ya ölürüm veya o topları getiririm, diyerek üç yüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takib eden bir alay Rus Kazağına, kendi muhbirleri: “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhûr Mûsa Bey bin kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar” diyerek pek ziyâde mübâlağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak Kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bediüzzaman da, beraberindeki üç yüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini te'min eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukàbele edip, bütün ahâli ve cihâzât ve mallar kurtulur.
Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesâret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hâtırına gelir ve rûhuna ilişir ki: “Şu ânda şehîd olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu hâlim, sakın mertebe-i şehâdetin bir esâsı olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfürûşluk mânâsı olmasın” diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. (Hâşiye) 31
Avcı hattında dolaşırken, vücûduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesâreti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vâli Memdûh Bey ve kumandan Kel Ali: “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:
— Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek!..
Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği hâlde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.
Geceleyin vâli ve kumandan Kel Ali ve ahâli kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra; bir kısım fedâkâr talebeleriyle Bitlis’te bâkiye kalan bir kısım bîçâreler için kendilerini fedâ etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsâdeme ederler, arkadaşlarının çoğu şehîd olur. Hattâ yeğeni ve fedâkâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehîd düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acîb bir sûrette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı hem ayağı kırık bir hâlde; otuzüç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müdhişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zâbitleri bulunduğu hâlde, kemâl-i istirahat-i kalble ve ahâlinin kurtulmasının sevinciyle sürûr içinde, beraberindeki arkadaşlarına tesellî vererek der:
— Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse, o vakit silâhlarımızı kullanacağız, kendimizi ucuza satmayacağız, bir-iki düşmana kurşun atmayacağız...
Latîf bir inâyet-i İlâhiyedir ki; otuzüç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları hâlde bulamadılar. Bu esnâda Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedâilere hitâben:
— Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedâkâr ve kahraman talebeler:
— Sizi bu hâlde bırakıp gidemeyiz; şehîd olursak yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.
Ermeni fedâileri meşhûrdur; hattâ öyle rivâyet ederler ki: “Fedâilerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedâilerinin fevkındedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”
(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sözler Neşriyat, 2015:103-105)
2.
Evet, bu bîçâre Said dahi diyor: Nev'-i beşere gelen en büyük bir musîbet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere ma'rûz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği arabî tarihte veya az evvel hàrika bir sûrette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukâbil bana isabet ettiği hâlde te'sir etmediler. Bitlis’in sukùtunda, bir mikdar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesnâ, bütün arkadaşlarım şehîd olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar, üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri hâlde bizi görmüyordular. Otuz saat, o hâlde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile istirahat-i kalb içinde muhâfaza edildim.
Bunun gibi müteaddid tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i arabî itibariyle, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenâb-ı Hak o kudsî Üstadımı, bir melâike-i sıyânet gibi bana muhâfız kılmış.
İşte bu اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işâret ettiği gibi, bu fakirin etrafında Hizmet-i Kur'âniye işinde toplanan arkadaşlarımdan dokuz talebesini حَافِظًا ismi ile işâret ediyor.
(Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Sözler Neşriyat, 2015: 129-130)
3.
Harb-i Umumîde Rus’un esâretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da, iki üç sene Dâru'l-Hikmet’te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra, Kur'ân-ı Hakîmin irşadıyla ve Gavs-ı A'zamın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibâhıyla, İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şa'şaalı hayat-ı ictimâiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tâbir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Mâdem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.
Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sâir Van hâneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhûr kalesi ki, dağ gibi yekpâre taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi-sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayâlleri gözümün önüne geldi. O fedâkâr arkadaşlarımın bir kısmı hakîki şehîd, diğer bir kısmı da o musîbet yüzünden manevî şehîd olarak vefât etmişlerdi.
Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, tâ medresenin üstündeki, iki minâre yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi-sekiz sene evvelki zamana hayâlen gittim. Benim hayâlim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki beni o hayâlden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnız idim. Yedi-sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrib edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme güyâ ikiyüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktım. O hânelerdeki adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a'zamı, Allah rahmet etsin, muhâceret ile vefât etmişler, gurbette perîşan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van’ın bütün Müslümanlarının hâneleri tahrib edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ-esefâ, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. Onikinci Ricâda bahsi geçen Abdurrahman gibi, rûhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde; ve o ahbabların yerlerini harâbezâr gördüm.
Eskiden beri hâtırımda olan bir zâtın bir fıkrası vardı; tam mânâsını göremiyordum. O hazîn levha karşısında tam mânâsını gördüm. Fıkra budur:
لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا
Yani “Eğer dostlardan müfârakat olmasaydı, ölüm rûhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın” Demek, en ziyâde insanı öldüren, ahbabdan müfârakattır. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur'ândan, îmândan medet gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün, rûhumu uçuracak gibi te'sirât yapacaktı.
Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürûr-u zamanla harâbegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İkiyüz sene sonra, gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle, hem rûhum, hem kalbim, gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harâbezâra dönmüş yerlerin, gayet mâmur ve şenlikli ve neş'eli ve sürûrlu bir sûrette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın, en tatlı bir hayatta, tedrîs ile, kıymetdâr talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahâtı birer birer, sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefât edip gider tarzında hayâli gözümün önünde epey zaman devam etti.
O vakit, ehl-i dünyanın hâline çok taaccüb ettim, nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fânî olduğunu ve insanlar da içinde misâfir bulunduğunu bilbedâhe gösterdi. Ehl-i hakikatin mütemâdiyen “Dünya gaddârdır, mekkârdır, fenâdır, aldanmayınız” demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hânesiyle alâkadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu, kendim de gördüm. Çünkü, ben vücûdum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefâtından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.
Rivâyet-i hadîste vardır ki, her sabah bir melâike çağırıyor: لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ Yani, “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harâb olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor. İşte bu hakikati kulağımla değil, gözümle işitiyordum.
Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayâlim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harâb olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekizyüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayatdâr ve mecma'-ı ahbab olan medresemin vefâtı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefâtını gösteren cenazesinin manevî azametine işâreten, koca Van Kalesinin yekpâre taşı ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harâbe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.
Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim; veyâhut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, “Mâdem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukâvemet-sûz, yandırıcı firkatler var; elbette mevt, hayata râcihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir.”
O vakit cihât-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet, bana dünyayı korkunç, boş, hàlî, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Rûhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belâlara karşı bir nokta-i istinâd ararken; ve rûhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdâd taharrî ederken; ve o hadsiz firâk ve iftiraktan ve tahrib ve vefâttan gelen hüzün ve gama karşı tesellî beklerken, birden, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın,
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا ف۪ي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ❀ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يُحْيِى وَيُم۪يتُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَد۪يرٌ
âyetinin hakikati tecellî etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayâlden beni kurtardı, gözümü açtırdı.
(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Sözler Neşriyat, 2015: 259-261)