Bediüzzaman Hazretleri'nin hattat talebesi Refet Kavukçu Ağabey'imiz vefat etmiştir
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini hayatında görmüş, duasını almış, hattat talebesi Refet Kavukçu Ağabey'imiz vefat etmiştir.
90 seneyi geçen ömrünü Kur’an'ı yazmak ve yaşamakla geçirmiş, Risale-i Nur’lar'daki iman hakikatleri vecizeleri ve Üstad’ın hayatını; fırçası ve kalemiyle tablolaştırmış büyük bir san’atkardı.
Allah rahmet eylesin.
Refet Kavukçu kimdir?
Tarih 18 Temmuz 2010. Erzincan Risale-i Nur medresesinin zemin katında -müze değerindeki- Refet Kavukçu Ağabeyimizin çalışma odasındayız. Refet Ağabey bize saatlerce vakit ayırdı. Hatıralarını dinledik, kaydettik. Yarım asırdır devam eden, biriken; kendi el yazması tevafuklu Kur’an ve Cevşen’i, Risale-i Nur kitaplarının ‘Gotik Harf’ tarzı başlık yazı çalışmalarını, yüzlerce poster ve tablolarını, Bediüzzaman albümünü ve -perde arkasına sakladığı- birebir ebatta tuvale nakşettiği iki adet yağlıboya Bediüzzaman tablolarını hayranlıkla, takdirle inceledik.
Erzincanlı Refet Kavukçu‘nun anlatımıyla; öğretmenlerinin telkini ile dehşetli bir imansızlık kuyusuna düşmek üzere iken nurları tanımasını, Hz. Üstad’ı ağabeylerin tensibi ile Ankara’ya davet etmesini ve o anda yaşadıklarını, Bediüzzaman’ın fakirane evinin tasvirini, Zübeyir Ağabeyin Hz. Bediüzzaman’ın hizmetindeyken hal ve tavrını tablolaştırarak bizlere aktarmasını, ihtilal öncesi nur talebelerinin Meclis’i ziyaretini… Ve ayrıca; Hz. Üstad’ın hükümetin ricası ile Ankara yolundan Emirdağ’a geri dönmesini, Üstad’ımız Said Nursi’nin hayatta iken yazıp neşrettiği en son mektubun hikâyesini, Erzincan hizmetlerinin tarihe geçmiş simalarını dinlerken merak, heyecan ve sürur içindeydik…
Bediüzzaman Hazretlerinin isimleri aynı, soyadları kafiyeli iki talebesi vardır. Refet Barutçu, Refet Kavukçu… Refet Barutçu Nurlarda onlarca kere ismi geçen, Hz. Üstad’a tevcih ettiği sualleriyle ünlü, 1886 Beykoz doğumlu, 1975’de Ankara’da vefat eden Emekli Yüzbaşı ağabeyimizdir. ‘Barutçu’ soyadı onun askerlik olan mesleğini iş’ar ediyor sanki… Hedef konumuz olan hattat/ressam Refet Kavukçu Ağabeyimizin ‘Kavukçu’ olan soyadı da sanki meslek alametlerini taşıyor… İki ‘Refet’ ağabeylerimizin yan yana çekilmiş fotoğrafını metin içinde yayınlıyoruz…
Refet Kavukçu’nun hatıralarını yazıp düzenledikten sonra kendisine ve ilgili olanlara tashih ettirdim…
RİSALE-İ NURLARI OKUYUNCA BENİ TESİRİ ALTINA ALDI
Ben böyle arayış içinde iken yıllar geldi, geçti… Nihayet 1956 senesinde bir gün, dükkânımızın komşusu Cemal Uncu ismindeki bir arkadaşım, “Sen kitapçılara çok gidip geliyorsun, Bediüzzaman’ı okudun mu?” dedi bana. “Bilmiyorum, duymadım da” dedim. “Osman Dede’de var, gidersen verirler sana” dedi. Osman Dede dediği, ‘Osman Avni Yüksel’ isminde ‘Tavşanoğlu’ lakabında annemin köy komşusu, emekli Jandarma Astsubay sakallı yaşlı bir zat. Risale-i Nur’lar Erzincan’a ilk defa 1945 senesinde bu jandarma astsubay Osman Avni Yüksel tarafından getirilmiş. Burada bazı hacı ve hocalar sahip çıkmışlar. Kış gecelerinde kendi evlerinde bir araya gelip, sekiz-on kişi olarak eserlerden okuyorlarmış.
Gittim, Osman Dede’den bir kitap aldım. Kitap yeni harflerle daktilo ile çoğaltılmış, kapağı yok, ismi de yazılı değil. Onu bir günde okudum. Tam anlamasam da beni hakikaten etkiledi, tesir altına aldı, büyük bir müessiriyet başladı bende. Gittim kitapların devamını istedim… Sonraları kitapların tamamını aldım. “Konuşan Yalnız Hakikattir” mektubunu tevafuken bir kitabın arasında ayrıca kopmuş olarak buldum; okuyunca beni çok çok tesir altına aldı. Ve öylece devam ettim...
1957 senesinin yaz aylarında Risale-i Nurlar Ankara’da matbaalarda basılmaya başlandı. Üç adet Sözler gelmişti bana Ankara’dan. Sonraki yıllarda bu baskı işi İstanbul’da devam etti. İstanbul’da Mehmed Fırıncı, Mehmed Birinci Ağabeylerle tanıştım. Ankara’da da Said Özdemir ağabeyle tanıştım.
HZ. ÜSTAD’I DAVET ETMEK VE MECLİS’İ ZİYARET ETMEK İÇİN ANKARA’DA TOPLANDIK
Hz. Üstad 1959 senesinin Kasım, Aralık aylarında Konya’da Hz. Mevlana’yı, Ankara’da Hacı Bayram Veli’yi, İstanbul’da da Eyüp Sultan Hazretlerini ve oralardaki talebelerini ziyarete gitmişlerdi. Gazetecilerin çok sıkı takibi ile nurcular hakkında büyük bir neşriyat başladı. Çok aleyhte ve iftiralı yazışmalar oluyor, köşe yazıları çıkıyordu. Meclis, Bakanlar Kurulu bu aleyhteki neşriyatın tesiri altında kalır diye bizler de endişe duyuyoruz.
1960’ın Ocak ayı idi. 6 veya 7 Ocak… Ankara’dan bütün Türkiye sathına bir mektup yayınlandı. Ahmed Feyzi, Mustafa Sungur ve Said Özdemir ağabeylerin imzasını taşıyordu mektup. “Bulunduğunuz yerlerdeki kardeşlerden bir veya iki kişi olarak Ankara’ya bekliyoruz…” tarzında bir davet mektubu. Biz Erzincan’dan iki arkadaş bu davete icabet edelim dedik. Ben ve Mehmed Küçükağa beraber gittik. Ulus’ta Murat Lokantası’nın üstünde bir daire kiralanmış, o dersanede toplandık… Ahmed Feyzi Kul Ağabey bizi çağırma gayesini şöyle izah ettiler: “Biz yarın Büyük Millet Meclisi’ne gideceğiz, herkes kendi milletvekilini bulacak, bakanı varsa bakanı görülecek; Risale-i Nur’un mahiyeti, Üstad’ın gayesi, hizmetimiz bizzat milletvekillerine, bakanlara anlatılacak. Ta ki gazete neşriyatlarının tesirinde kalarak, aleyhimizde herhangi bir karara tevessül etmesinler. Kedimizi tanıtacağız” dedi. Sonra Ağabeyler: “Biz Mecliste iken, Hz. Üstad’ımıza Bahçelievler’de bir daire kiraladık, orada kalacak. Hz. Üstad’ı getirmek için bir heyet çıkaracağız, o heyettekiler Üstad’ımızı sabahleyin Emirdağ’dan Ankara’ya getirecekler” dediler. Kura çektiler…
Çekilen kur’ada Samsun’dan Ali Rıza Sağlamer, Adıyaman’dan Dursun Kutlu, bir de Hüsrev Ağabeyin sağ kolu sayılan yazı işlerini yürüten Astsubay Fahri Türkmen… Bunlar çıktı kur’ada. Fahri dedi: “Ben Üstad’ımızı birkaç defa ziyaret ettim.” Bana verdi Kura’sını. Bir de Yahya isminde Çankırılı bir kardeşimiz arabamızı kullanacak, dördümüz... Arabamız yeni alınmış bir minibüs, koltukları konulmamış, kilim sererek gecenin geç bir saatinde Emirdağ’a hareket edildi. Erken bir saatte Emirdağ’a indik.
BEDİÜZZAMAN’IN EVİ FAKİRANE…
Üstad’ımızın evi Emirdağ çarşısında dükkânların üzerinde ahşap bir ev. İki daire var, birinde Üstad’ımız oturuyor. Oraya doğru gidiyoruz. Hüsnü Bayram ağabeymiş, orada tanıdım, o karşıladı bizi. Üstad’a gittiğimizi anlayınca: “Üstad’ımız çok hasta, sesi kısıldı konuşamıyor, ziyaretçi de kabul etmiyor. Bir de akşam Üstad’ımız aleyhine İnönü’nün bir radyo konuşması oldu; güya Menderes Üstad’ımızı köy köy gezdirip parti propagandası yaptırıyormuş. Bu emniyetin dikkatini çekiyor, emniyet nezaret altında tutuyor Üstad’ımızın evini. Kimseyi bırakmıyorlar, gidemezsiniz” dedi. Biz de: “Üstad’ımız bazı vilayetlere davet ediliyor, başta Ankara olarak davetler var” dedik. Hüsnü Ağabey, “Mektupları ben götüreyim” dediyse de, kabul görmedi. Gitti-geldi “Üstad’ımız kabul buyurdular” dedi.
Arka caddeden giriliyor Üstad’ımızın evine. Giriş kapısının karşısında bir çay ocağı var. Oradan bazı sivil polisler gireni çıkanı tespit ediyorlar. Fakat bize mani olmadılar. Girdik, birkaç basamakla Üstadımızın koridoruna çıkılıyor. Koridor dar, birkaç oda kapısı açılıyor koridora. Birinde Üstad’ın hizmetine bakan Zübeyir ve Hüsnü ağabeyler kalıyor. Diğer bir oda da Üstad’ımız kalıyor. Koridor ahşap, herhangi bir sergi de yok. Kış, Ocak ayı olduğu halde öyle bir donanım içinde değil, fakirane bir ev. Kapının yanında iki-üç raflı bir teldolap var. Dolabın içinde de küçük bir alüminyum tas, tasın içi boş, yanında bir yumurta var. Üstad’ın kapısının önüne götürdüler bizi…
ÜSTAD’IN ELİNİ ÖPERKEN BAYGINLIK GEÇİRDİM
Hz. Üstad’ı ziyaretimi anlatmadan önce şunu arz edeyim: O sıralarda Manisa’da bir hadise oluyor… Manisa Merkez Vaizi Emin Zeyrek hoca efendi, Muzaffer Arslan ağabeyin ‘Hz. Üstad Mehdi’dir’ demesine tahammül edemeyip itiraz ediyor. Fakat neticede “Ben bütün hadis külliyelerini okuyacağım, Mehdi hakkındaki rivayetleri toplayacağım” diyor. Hakikaten Emin hoca efendi, bir-iki ay içinde Hz. Mehdi hakkında A4 kâğıdına sekiz sayfalık bir yazı bloğu hazırlamış... Orada ispat var… Bana da gelmişti. Onu okuyunca, makamı anlayınca benim için Hz. Üstad’ı ziyaret çok zorlaşmıştı.
Üstad’ın kapısını açtılar çok heyecanlıyım… Üç dört senedir nurları okuyorum ama Hz. Üstad’ı ziyaretin usul-üslubunu bilmiyorum. Arkadaşlar önce girsin de, onlar nasıl hareket ediyorsa ben de öyle yapayım, adapta bir kusurum olmasın diye düşünüyordum.
Fakat beraber geldiğimiz arkadaşlar: “Biz daha evvel bir-kaç kere ziyaret ettik, onun için ilk önce senin girmen lazım” dediler bana. Onlar böyle deyince benim heyecanım daha da arttı tabi. Artık baktık Üstad da bekliyor, eliyle ‘Gelin’ diye işaret etti bize. Hz. Üstad karyolanın üzerinde oturuyordu… Baş tarafını, sırtını dayamış, bir kitap mütalaa ediyordu... Ve epeyce bir heyecanla huzuruna gidebildim. Elini aldım öptüm. Bendeki heyecan doruğa çıktı. Eli alnımda iken, bir anda bir-kaç saniye kendimi kaybetmişim, bir baygınlık hali geçirmişim. Anladım ki Üstad elini kendisi bekletiyor. Elini indirdim. Karyolanın önüne bir-kaç tane sandalye minderi koymuşlar. Oda ahşap döşeme, çıplak, başka bir malzeme yok. Minderlerden birinin üzerine oturdum. Tabi karyolanın tam önü oluyor. Diğer kardeşler de geldiler, oturdular. Hüsnü bayram ağabey de Hz. Üstad’ın başucu yanına yere oturdu. Mektupları verdik…
ÜSTAD MEKTUPLARI OKUTTU, ANKARA DAVETİNİ KABUL ETTİ
Mektupları Hz. Üstad’a verdik. Kapalı zarflardaydı mektuplar. Mektupları Üstad eliyle sıraya koydu. Altı vilayete davet ediliyordu. İlk öce Ankara’ya davet mektubu... En üstteki zarftaydı, aldı açtı, Hüsnü Bayram Ağabeye verdi “Oku” dedi. Bütün mektuplar dinlenildi. Ankara mektubunda Mustafa Sungur, Said Özdemir ve Ahmed Feyzi Kul ağabeylerin imzası vardı, Üstad Ankara’ya davet ediliyordu. İkinci mektup Samsun’a davet mektubu idi, Samsunlu Ali Rıza Sağlamer yazmıştı. Üçüncü Mektup Adıyaman’a davetti, Adıyamanlı Dursun Kutlu’nun. Diğer üç vilayete de ben davet mektubu yazmıştım. Erzurum, Erzincan ve Sivas’a davet mektubu yazmıştım. En son benim mektuplar okundu.
Hz. Üstad dinledi mektupları. Hakikaten sesi kısılmış, biz önünde oturduğumuz halde anlayamıyoruz… Hüsnü Bayram Ağabey naklediyordu bize. Derken bize döndü, sesi açıldı, gayet net bir İstanbul şivesiyle: “Bana yirmi bir defa zehir verdiler. Benim bu zehirlerin tesiriyle yataktan kalkacak halim yok, bu davetlerin hepsini kabul ediyorum, fakat sıhhatimin ve ortalığın düzelmesinden sonra, inşallah icabet edeceğim. Şimdi Ankara davetine icabet ediyorum” dedi. Hz. Üstad hakikaten çok halsiz, zayıf, yataktan kalkacak hali yoktu.
Üstad Ankara davetini kabul etti. Önünde tavandan asılı, basmalı düğmesi olan bir zil var. Zili çaldı, içeriye Zübeyir ağabey girdi. İlk defa orada tanıdım Zübeyir ağabeyi. Büyük bir saygı içerisindeydi… Hakikaten Zübeyir Ağabeyi Hz. Üstad’ın karşısında seyretmek lazım... Saygı, hürmet o kadar fotoğraflaşır yani… Hz. Üstad’ın huzurunda çok tatlı bir duruşla bekliyor... Üstad dedi: “Zübeyir arabayı hazırla, Ankara’ya gideceğiz.” Zübeyir ağabey dışarı çıktı, bize: “Siz dışarıda bekleyin, hep beraber gideceğiz” dedi.
Sokak kapısından dışarı çıkınca, bir bekçi bizi karşıladı, “Sizi Emniyet Müdürlüğü’nden çağırıyorlar” dedi. Götürdüler bizi Emniyet Müdürlüğüne. Biz dört arkadaşız, birisi arabanın şoförü Çankırılı Yahya. Nöbetçi komiser “Niye geldiniz buraya?” diye sormaya başladı. “Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete geldik” dedik. “Ne var bu ihtiyarda, nasıl buluşuyorsunuz, nasıl anlaşıyorsunuz, nerde görüştünüz?” Böyle aleladede, biraz çocuğumsu sualler gibi geldi bize. O zaman savcılar, emniyet mensupları zaten aynı soruları soruyorlardı hep. “Ankara’da bir yerde konuşmalarımız sırasında anladık ki aynı kitapları okuyoruz. Bu kitapların müellifi olan zat Emirdağ’da imiş, onu ziyarete gidelim deyip, bir araba kiraladık, geldik” dedik. İfadelerimizi aldı, bıraktı bizi.
BEDİÜZZAMAN’LA BERABER ANKARA’YA DOĞRU YOLA ÇIKTIK, FAKAT…
Hz. Üstad’ın evinden ayrılınca, dışarıda birer bardak çay içtik. “Üstad’ımız arabaya bindi, sizi bekliyor” diye haber geldi, hemen gittik, minibüse bindik. Üstad’ımızın iple bağlanmış, bir takım Osmanlıca kitapları ile bir valizini yanımıza koydular. Ve Ankara’ya hareket ettik. Yolda öğle namazını bir ağacın altında kıldı Üstad’ımız. Biz Zübeyir Ağabeylerle beraber ayrı yerde kıldık. Hüsnü Bayram ağabey taksiyi kullanıyor, Zübeyir ağabey onun yanında oturuyordu. Üstad’ımız da taksinin arka koltuğunda oturuyordu.
Yola devam ediyoruz. (11 Ocak 1960) Saat bir oldu, öğle ajansı okunurdu radyodan. Takside radyo var, Üstad’ımız dinliyor. Zübeyir ağabey geldi dedi ki: “Üstad’ımız radyodan ajansı dinledi. Biz Emirdağ’dan ayrılınca Başvekil Menderes Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırıp, ‘Said Nursi Ankara’ya geliyor; alalım mı, geri mi çevirelim’ diye bakanlara soruyor. Bakanlar Kurulu da, ‘Üstad’ımızın Emirdağ’da mecburi iskâna tabi tutulmasına’ karar veriyor. Geri dönmemiz gerekiyor bu karar gereğince. Fakat Üstad’ımız bu kararı dinlemiyor. Diyor ki, ‘Bu yanlış bir karar, ben Ankara’ya gideceğim. Kardeşlerime söyle korkmasınlar. Küfrün belini kırdık, bundan sonraki çırpınışı beli kırılan yılan gibidir.’ Bizi takip edin, biz Gölbaşı istikametinden Ankara’ya gireceğiz” dedi ve gitti Zübeyir Ağabey. Biz takip ediyoruz, bir müddet sonra Üstad’ın taksisi bizden çok fazla süratli hareket ettiği için ilerde kaldı, birbirimizi kaybettik.
Biz onlara kavuştuğumuz zaman, Ankara emniyet mensupları Üstad’ımızı durdurmuşlar. Yol stabilize, yeni açılmış o zaman. Yolun ortası açıktı. Biz oradan geçelim, bizi görmesinler dediysek de polisler yanımıza geldi, bizi de durdurdular. Bizim minibüsteki eşyaları Üstad’ın arabasına aktardık, Ankara emniyetine gönderdiler bizi. Üstad’ımızı da tekrar Emirdağ’a geri çeviriyorlar.
Bir-iki ay sonra Zübeyir Ağabeyi gördüm, o sırada anlatmıştı: “Siz gittikten sonra Emniyet Müdürü Üstad’ımıza Bakanlar Kurulu kararını okudu. Üstad’ımız da: ‘Bu karar yanlış, ben de bir vatandaşım, benim de seyahat hürriyetim var. Ben emniyetin manevi bekçiliğini yapıyorum, emniyetin manevi destekçisiyim. Binlerce talebem beni Ankara’ya davet etmiş, ben onların davetine icabet ediyorum’ dedi. Emniyet Müdürü: ‘Hocam, Ankara’ya gidebilirsiniz, ama zarar bana dokunur. Bana bu emir verildi, sizin buradan geri dönmeniz lazım’ dedi. O zaman Üstad: ‘Ben bu karar için dönmüyorum, senin hatırın için dönüyorum’ dedi ve Emirdağ’a geri döndük.” Zübeyir ağabey böyle anlatmıştı bana.
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN EN SON MEKTUBU YAZILIYOR
Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta en son yazdığı mektup, Emirdağ Lâhikası’nda neşredilen en sondan ikinci mektuptur... “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.” Şeklinde başlayıp devam eden mektup ise kitabın en sonunda neşredilmesine rağmen, sondan ikinci sıradaki mektuptan on gün kadar önce, 1960 yılının ilk günlerine Ankara Beyrut Palas Oteli’nde yazılmıştır.
11 Ocak 1960 Pazartesi günü Hükümetin, Bediüzzaman’ın Emirdağ’da mecburi iskâna tabi tutulması kararının radyodan ilan edilmesi ve Ankara yolundan geri çevrilmesinden bir hafta kadar sonra bu son mektup neşredildi. Bu mektup bir nevi dilekçe mahiyetindedir. Üstad’ımız o mektupta Emirdağ-Isparta arasında gidiş-geliş müsaadesi istiyor. “Ben bir yerde kalamıyorum, rahatsız oluyorum, tebdil-i hava yapmam lazım” şeklinde bir mektup. Ondan sonra Isparta’ya kadar gidiş-geliş müsaadesi verdiler Hz. Üstad’a. Ve bilindiği gibi Üstad’ımız kısa bir süre sonra, 1960 Mart ayının 20 sinde Urfa’ya doğru son yolculuğunu yapıyor...
MECLİSE GİTTİK MİLLETVEKİLLERİ VE BAKANLARA GAYEMİZİ ANLATTIK
Hz. Üstad’ın Gölbaşı’ndan Emirdağ’a dönmesinden sonra Üstad’ı takip ettiğimiz için bizi Ankara’ya gönderdiler ve Emniyet Müdürlüğü’nde bir şefin odasına koydular. Said Özdemir ağabeyi de o gece dersaneden nezarete almışlar. Gece Av. Bekir Berk ağabeyle ile Av. Necdet Doğanata bizi ziyarete geldiler ve bazı tavsiyelerde bulundular. Sabahleyin de bazı milletvekilleri araya girmiş ifadelerimizi aldılar, bıraktılar bizi.
Ulus’taki Murat Lokantasının üstündeki Dersaneye gittik, diğer gelen ağabeylerle, kardeşlerle buluştuk. Oradan Büyük Millet Meclisi’ne gittik. Ulus’taydı o zaman Meclis binası. Meclis’in görüşme salonunda diğer ağabeyler de kendi milletvekillerini bulmuşlar. Bir-iki saat kadar Risale-i Nur’un mahiyeti anlatıldı, bir nevi Nur’un bir tebligatı yapıldı Büyük Millet Meclisi’nde.
Biz de, Mehmed Küçükağa ile beraber Erzincan’da Yıldırımlar diye bilinen bir Alevi ailesi vardı, onu bulduk. O da bizi Halk Partisi’nin salonuna götürdü, ikramlarda bulundu. Biz de gayelerimizi anlattık. Ayrıldık Meclis’ten. Akşam da Erzincanlı ama Bursa Milletvekili olan Kenan Yılmaz vardı… Demokrat Parti’nin Milli Savunma Bakanlarından... Onunla telefonla randevulaştık. Ahmet Feyzi ve Selahaddin Çelebi Ağabeyler ile Av. Necdet Doğanata, Mehmed Küçükağa ve Ben Bakan’a gittik. Ahmed Feyzi Ağabey dini veçhini anlattı nurların. Hakikaten Hz. Üstad’ın dediği gibi nurun manevi avukatının davudi sesiyle fevkalade bir konuşmasını dinledik orada. Bu konuşma üzerine Kenan Yılmaz terledi hatta karşısında. Necdet Doğanata Bakan’ın biraz sıkıldığını görünce “Ahmed Ağabey müsaade et, ben de hukuki yönünü izah edeyim” dedi ve O da hukuki yönünü izah etti… Oradan ayrıldık.
Bu Kenan Yılmaz Yassıada’da ifade verirken salonun ortasında kalp krizinden vefat etti. Allah rahmet etsin, benim de yakınım oluyordu.
BAYGINLIK GEÇİRME MESELESİNİ YILLAR SONRA ÇÖZDÜM
Burada benim Hz. Üstad’ın elini öperken baygınlık geçirmemle alakalı bir hatıra daha var, onu da nakletmek istiyorum:
Ceylan Çalışkan ağabeyin hatıralarını okuyuncaya kadar benim Hz. Üstad’la görüşmemdeki heyecanı, baygınlığı bir türlü izah edemiyordum. Orada şunu gördüm; Emirdağ’da Hamza Emek ağabeyimiz manifaturacılık yapıyor, Pazar günleri de Hz. Üstad’ın hizmetine o bakıyor. Kırlara çıkarıyor, çamaşırlarını yıkıyor, yemeğini hazırlıyor...
Hamza Emek ağabeyimizin ‘Demirci Mübarek Hasan Efendi’ ismiyle maruf bir amcası var. O, Hz. Üstad’ın Emirdağ’a geldiğini duyunca “Ben bu zatı ziyaret edeceğim” diyor. Nurlarla da pek alakası yok. Ama bir merak tutuyor ve Hz. Üstad’ın ziyaretine gidiyor. Üstad’ın odasının kapısını çalıyor, giriyor. Üstad, hiç hal-hatır sormadan buna çok dikkatli bir nazarla bakıyor. Dikkatli bakınca Hz. Üstad’ın gözleri yusyuvarlak, iri iri olur. Üstadın bakışından o biraz daha heyecanlanıyor. Üstad diyor ki: “Hasan kardeşim, benim sende bir emanetim var.” ‘Emanet’ sözünden, Hasan Efendinin on iki sene evvel gördüğü rüyası aklına geliyor. Rüyasında Hz. Ali Efendimiz bir sandık getirip buna veriyor. Demiş: “Bunun içinde Mehdi-i Azam var, bu sana emanet.” Mübarek Hasan Efendi uyanıyor, kimseye de anlatamıyor, kendisi de çözemiyor. On iki sene geçmiş üzerinden. Hz. Üstad’ın emanet sözcüğü buna bu rüyayı hatırlatıyor. Hz. Üstad konuşmaya devam ediyor: “O emanet, dövdüğün demir gibi elinde yumuşasın, ‘Demir’ bil ki benim” diyor. Hasan Efendinin heyecanı iyice artıyor, bayılıp düşüyor orada. Ben bunu okuyunca, o heyecanımın az-çok izahını yapabildim.
(Son Şahitler kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir...)
Youtube